PSİKOLOG , TEOLOG , SN. ABDULSAMET ŞENTÜRK İLE SEVGİ ÜZERİNE ROPÖRTAJ...
1.
Abdulsamet Hocam sizi kısaca tanıyabilir
miyiz? Abdulsamet ŞENTÜRK kimdir?
Mülakat veçhen karşılaşmak, yani
yüz yüze gelmek, daha açık bir ifadeyle; yüz-leş-mek anlamına gelir. Ancak
henüz sizin sorularınızla karşılaşmadan, demek ki mülaki olmadan önce
şahsınızın ben de bıraktığı genel intiba, size dair ön anlamalarım ve mülakat
sorularını cevaplandırmamı istediğiniz andaki duygularımla baş başa kalırım. Bu
konuşmaya dair şartlanmak değil de nedir? Peki şartlanan ben, şartlanmadan
önceki benle aynı kişi midir? Şayet değilse ve mülakat öncesi sizinle zihnimde
mülaki olmam mülakatı yönlendirecekse bu sorulara ne kadar doğru cevap
verebilirim? O halde mülakat, mülaki olmadan önce benim söze dair söz verişimde
ya da söylemsel olanı icra edeceğime dair şartlanışımda başlar. Tâ o zamandan
kendime dair imgeler sunmaya zorlanmış hisseder; kurgularım, yıkar ve yeni
baştan kurgularım. Olası etkileşim seçeneklerine karşı, olası
pozisyonlar-konuşma stratejileri ya da algoritmalar üretirim, henüz sizinle
karşılaşmadan… Henüz karşılaşmadan, henüz savunma mekanizmalarım kendiliğinden
açığa çıkmadan, gardımı alabilir ya da yelkenleri suya indirebilirim. Gerçekten
mülaki olana kadar elimdeki tüm bilgiyle çıkarımlar yapmaya devam ederim.
Mülakat akışındaki ifadelerimin ne kadarı gerçekliğim, birikimim ve hafızamdaki
izlere tekabül ettiğini ne kadarı tarafımca çarpıtıldığını ve daha önce
şartlanışımdan dolayı kurgulandığını nasıl bilebilirim? Nasıl bilebilirsiniz?
Yine de kamusal alanın bizden kendimize dair imgeler sunmamızı talep etmesi,
haklı bir istek. Her ne kadar şu an size dair ön anlamalarım, bir soru ve
kaygılarım tarafından yönlendiriliyor dahî olsa ya da olmak istediğim insanı
yansıtma isteği, olduğum insanı ifade etme arzumu perdelese de, ki bunca
cümleden sonra sizi tatmin etmeyecektir, tüm bunlara rağmen ifade edeyim; ben
Abdulsamet ŞENTÜRK.
Otobiyografime dair pek çok
bilgiye internet üzerinden erişebilirsiniz. Bunun için ben, kendimi nasıl
tanımlamak istiyorsam o şekilde tanımlayacağım. Ancak benim, kendime dair
yaptığım ve yapılan her tanımın ötesinde ve her türlü sınırlamayı aşacak bir
varlığımın olduğu unutulmamalıdır. Önceden kendimi “Aşırı derecede düşünsel
bağımsızlık hastalığına yakalanmış kişi” olarak tanımlarken şimdi bu
cümlenin, yani bağımsızlık ve özgürlük istencinin ne kadar gerçekliğe aykırı,
ham ve dahî kof bir mefkureyi yansıttığını düşünüyorum. Başka bir mecrada
fırsat bulursak bu düşüncemi açabilirim. Bugünlerde herhalde kendimi bilginin
tinselliğine olan platonik aşkımdan ve bu aşkın karşı konulamazlığından
yola çıkarak tanımlayabilirim herhalde… Şimdilik burada iktifa etmem yerinde
olacak gibi gözüküyor.
2. Niçin
İlahiyat ve Psikolojiyi seçtiniz? Özel bir sebebiniz var mı?
Bu mülakatın akademinin
griliğinden ve resmiyetinden uzak olmasını istiyorum. Çünkü siz, sayın Muzaffer
Bey, ben de ayrı bir yeri olan kıymetli bir ağabeyimsiniz. Dolayısıyla soruları
en kalbî duygularıma referansla cevaplamaya devam edeceğim.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim
ki; İnsan ve Toplum Bilimleri dediğimiz alanın kapsadığı bilim dallarını birbirinden
yalıtılmış kompartımanlar olarak düşünmeyi son derece yanlış buluyorum. Bugün
herhangi bir fikri ya da olgu durumunu incelemek, psikoloji, sosyoloji ve
teorik düşünme gücünü güçlendiren mantık bilimine dair ciddi bir vukufiyeti
zorunlu kılar. Hatta etnometodolojik çalışmaların, etimolojik tahlillerin,
siyaset teorilerinin ve tıpta multi fonksiyonel denilen biyolojik ve çevresel
faktörlerin hesaba katılması, inceleme nesnesini kavramaya ciddi derecede fayda
sağlar. Aynı zamanda anlamı sürekli açmak suretiyle düşünceyi farklı anlam
dünyalarının eşiklerine taşır.
İlahiyat fakültesi yıllarımda en
çok ilgimi çeken dersler kelam, mantık ve din sosyolojisiydi. İlk ikisinde
bizatihi derslerin konuları merakımı celbederken sonuncusunda, daha sonra
kendisiyle kitap çalışması yapacak olduğumuz, dersin hocası Dr. Erol SUNGUR
beyin ders içi performansı, yetkinliği ve karakteri, benim genelde sosyolojiye
özelde sosyal-psikolojiye yönelmemi sağladı. Tabi yine Türkiye’de dil bilimle
ilgilenen nadir Arap Dili ve Belagatı hocalarından olan Ahmet KAPLAN’la
kurduğum yakın ilişki, yaptığımız fikir teatileri ve tartışmalar benim İlahiyat
sınırlarını aşarak felsefe, psikoloji, dil bilim ve sosyoloji okumaları yapmama
vesile olmuştur. Özellikle Kaplan’ın masasında gördüğüm Nietzsche kartpostalı,
elinde gördüğüm “Beynimizin Parmak İzleri” ve bir miktar birlikte
okuduğumuz Gadamer’in “Hakikat ve Yöntemi” beni içinde bulunduğum
dünyanın teolojik çeperlerini aşmaya zorladı. Ayrıca pek çok İlahiyatçıdan
kendimi farklı gördüğüm bir şey varsa belki de o; bazı alanlarda çok fazla
klasik metinle iştigal etmiş olmamdır, diyebilirim.
Psikoloji hikayesine gelecek
olursak, bir gün bana “Nasılsın?” diye soran Prof. Dr. Yusuf ACUNER beyefendiye,
irticalen “O kadar akıllıyım ki delirmek istesem de deliremiyorum”
şeklinde cevap vermiştim. Daha sonra niçin böyle bir cümle kurduğum üzerinde
epeyce düşündüm. Tanrı-İnsan ve Evren arasındaki bağı sağlıklı bir zemine
oturtamamanın bende yarattığı kaygıyı en derinden hissettiğim sonucuna vardım.
Belki delirmek bu tür bir sorumluluğu kaldırmaktan daha kolay gelmiştir. Takdir
edersiniz ki, aklı olmayanın dini olmaz. Gerçekten kritik etmenin ağır bir
bedeli var. Siz bir şeyi kavradım, eleştirdim ve aştım zannedersiniz. Ancak
analitik düşünce çoğu zaman boşlukta savrulmanıza yol açabilir. Bu şu demek; her şeyi aklın nesnesi kılıp onu
tüketene ve en nihayetinde muhatapsız kalana kadar düşünceyi ileri taşımaya sizi
zorlayabilir. Tabi bu düşünmekse! Aslında o yıllarda kendime sorduğum
sorulardan biri de nasıl bir psikopatolojik durum içinde olduğumu gösterebilir:
“Bütün değerlerini yeniden değerlendirenler acaba neye değer verirler?”
En nihayetinde teorik düşüncenin ya da insanın toplumsal yanına odaklanan sosyolojinin gerçekten insanı anlamada yetersiz kaldığını ve psikolojinin benim anlamı yakalamamda çok farklı enstrümanlar sağladığına karar verdim. Ne teolojinin ne de sosyolojinin açtığı ufuk, bu kadar spesifik ve nokta atışı tespitler yapmama imkân tanımıyordu bana. Ayrıca kendime dair düşüncelerim ve kendi kendimi kendimde temsil etmem, yani benliğimle ve ötekinin bana dair temsilleri, yani kimliğim arasındaki farkı ancak psikolojinin yöntem ve teknikleriyle tam manasıyla idrak ettim. İdeal benliğimin, yani olmak istediğim benin, önümdeki seçenekleri değerlendirmemde, yani akıl yürütme sürecimi ne derece yönlendirdiğinin farkına varmam da yine psikoloji sayesinde oldu. En nihayetinde yine lisans yıllarımda ifade ettiğim şu isteğim, benim psikolojiye olan tutkumu anlaşılır kılar diye düşünüyorum: “Keşke kendimin alternatifi olan bir benlikle kendimi eşanlı olarak izleyebilseydim
3. Bir
sosyal bilimci olarak “sevgi”nin size göre tanımı ne olabilir?
Bir anlık bile olsa farkında
olmaksızın tüm kaygılarımızı askıya alabildiğimiz steril alana, ben sevgi
diyorum. Çünkü bir şey bana kaygılarımı ve ihtiraslarımı unutturabiliyor ve
gururumu askıya aldırabiliyorsa, yani saydığım tüm bu duygulardan daha kuvvetli
bir şeyse o sevgi değil de nedir? Bu steril alan, bir insan, bir hayvan, bir
nesne ve dahî bir hayal bile olabilir. Yine “Bu steril alana duyulan sevginin
dozu kontrol edilebilir mi?”, “Sevginin nesnesi tayin edilebilir mi?”,
“Sevgi ve aidiyet hissi özgürlük alanımızda ne gibi bir değişikliğe sebep
olur?” gibi sorular psikolojik açıdan kritik sorulardır. Yine de varoluşsal
açıdan sevgi, kişinin kendi varlık oluş alanına sığamaması ve hatta sığmama
zorunluluğudur. Kişi yendi varoluş alanından taşarak, steril alanına, sevgi
nesnesine yönelir. Bu yönelim ötekinin varlık oluş sınırını, bazen ihlal etme
pahasına da olsa, bir şekilde aşmasına kadar devam eder. Kendi sınırlarından
taşan kişideki yönelim zamanla kendini tamamlama, bir şekilde eksik yanıyla bütünleşme
amacını aramaya bırakır. Ötekinin varlık sahası içerisine giren kişinin orada
kendine dair bir şeyler araması, bu arayış süreci, süreçteki iç katalizörler,
süreci örseleyen ya da güçlendiren dış etmenler ve ötekinin kendini açması ya
da sınırına geleni aşındırması… bunların toplamı sevgi olsa gerek! Yani sevgi
bir sonuç değildir! Sevgi süreçleri ve sonuçları yaşamayı göze almak, yaşamak
ve dahî tüm bu süreç ve sonuçlar içerisindeki etkileşimlere dayanmak, kimi
zaman direnmek, kimi zaman oynamaktır.
Bugün sevgiye dair kimi
değerlendirmeler politik zemine indirgense de ya da sevgi, güç ilişkileriyle
irtibatlı bir şekilde ele alınsa da politik olana ve güce sırt dönmüş kişilerde,
sevgiye doğru safiyane bir yönelim olabileceğine inanıyorum. Nerede bu
insanlar?
Zor bir soru…
4. Sevginin
tanımı ortaya atıldığında dışarıda kalan alan sevgisizlik olarak tanımlanabilir
mi?
Kadim zamanlardan beri bilginler,
eşyanın zıddıyla kaim olduğunu söylerler. Ateş-su, sıcak-soğuk, aşk- nefret vb.
gibi. Buna yakın bir şekilde bazı düşünürler de anlama çabasını ruh-beden, bu
dünya-öteki dünya, olgu-değer, realizm-empirizm gibi dikotomiler üzerinden
yürütürler. Burada sevgi ve sevgisizliği ne birbirinin alternatifi olan bir
dikotomi ne de varlığını ve kıymetini öteki yanına borçlu olan bir zıtlık
ilişkisi içerisinde ele almayacağım. Nitekim zıtlıkların ve dikotomilerin
ötesinde bir düşünme biçimi mümkün mü, sorusu da hala cevaplanmayı
beklemektedir. Buna rağmen en azından zıtlıklardan ve dikotomilerden hareketle
düşünmenin sıhhatinin sorgulandığı kadar sevginin dışında kalan bir şeyin var
olup olmadığının da sorgulanması gerekir. Gerçekten sevgi her şeye bir yanıyla
nüfuz eden ve olmama durumu (sevgisizlik) düşünülebilecek bir duygu durumu
mudur?
Bir Sırp’ın Srebrenitsa
katliamından hunharca zevk alması onun ele avuca sığmaz, azılı bir benlik
sevgisine sahip olduğunu göstermez mi? Her ne kadar intifada hareketine elindeki
taşla katılan Filistinli bir çocuğun vücuduna mermi yağdıran bir İsrail
askerinin içerisinde sevgi olmadığını, en azından yeteri kadar sevgi olmadığını
söylesek de o askerin inançlarından ve inançlarıyla bezenmiş kültüründen
hareketle bunu yapması, Tanrı ve gelenek sevgisine, muhafazakâr bir sevgiye
delalet etmez mi?
Bu cümleler ne Srebrenitsa’yı ne
de Filistin’de tahammül edilemeyen öteki karşıtlığını meşrulaştırmak ne de
“sevgi”nin güzellemisini yapmak için kuruluyor. Tam tersine sevgisizlik ve
hatta nefret durumunun bile temelinde bulunan sevgiye, bir şeye karşı
yönelmişliğiyle insanı harekete geçiren sevgiye dayalı bir bağa işaret etmeye
çalışıyorum. Bazen en korkunç işkencelerin yapıldığını bildiğimiz Guantanamo’da
çalışan gardiyanlardan ya da bir muhalif gencin ilk adalet istencinde
parmağıyla Silivri’ye işaret eden bir hâkimden nefret edebilir ve onları
“sevgisiz”likle suçlayabilirsiniz. Hayır! Onların para, güç, makam, siyasi
çıkarlara olan düşkünlüğünün ve üstleri tarafından onaylanma istencinin
temelinde, sevginin libidoya, egoya ve kimi zaman, özellikle din ve gelenekler
uğruna zarar verenlerde, süperegoya hesapsız bir şekilde yönelmesi vardır. Sevgi,
nereye yönelirse yönelsin, orantısız olursa başta sembolik şiidet olmak üzere
diğer tüm şiddet türlerini besleme ve doğurma riskine havidir.
Bu açıdan sevgi tarafından
kuşatılmış olmak ya da kuşatılmış bir sevgiye sahip olmak ne de korkutucu!
Değil mi?
5. İlgi
sevgi ile beraber var olmalı mı ilgisiz bir sevgi var olabilir mi?
Açıkçası soruların her biri, bir
bilimsel çalışmaya konu olacak hüviyette. İlgi, sevginin gerek şartıdır ancak
yeter şartı değildir. Yani sevgi varsa kesinlikle ilgi, sevginin yanı
başındadır. Ancak ilginin olduğu her yerde
sevgi olmak zorunda değildir. Buradan ilgisiz bir sevginin olmayacağı kanaati
taşıdığım anlaşılabilir. Tam da bu kanaatteyim. Ancak bundan sevginin zorunlu
olarak ilginin dışa vurumunu tetikleyeceği düşünülmemelidir. Bazen sevgi ne
kadar şiddetli olursa olsun bazı savunma mekanizmaları çeşitli gerekçelerle
devreye girerek ilginin dışa vurumunu engelleyebilir. İnsan duygusal
salınımlarla hareket eden ve kanaatimce tüm rasyonel düşüncesinin başlangıcını
hislerin yönettiği kompleks bir varlıktır. Her ne kadar klasik ya da modern
mantığı kullanarak akıl, doğruyu yanlıştan, doğruya benzeyen yanlışı yanlıştan,
yanlışa benzeyen doğruyu doğrudan, bir kısmı gizlenerek sunulan doğrudan doğan
yanlışı doğrudan, sadece bir yönüyle verilen nispi doğruyu doğrudan ayırt
edebilse de bu rasyonel düşüncenin sadece sürecini duygulardan arındırmaya
yardımcı olabilir. Aslında daha yakından bakarsak mantıkla bile akıl yürütme
süreci tam manasıyla duygusal salınımlardan arındırılamaz, korunamaz. Kısaca
akıl yürütmeyi başlatan çoğu zaman duygular olmasının yanı sıra süreçte de
duygular aktif rol oynuyor gibi gözükmektedir. Kişi sevgisine rağmen ilgi
göstermemeye karar verebilir. Bu kararı son derece rasyonel gerekçelere de
dayanabilir. Ancak niçin birisi sevgisine rağmen ilgisini dışa vurmama kararı
alır? Niçin böyle bir akıl yürütmeye başlar? Bu soruların altı kazındığı zaman
emin olun başka duygular çıkacaktır. Kıskançlık, özgüven eksikliği, kızgınlık
vb. duygular, onun sevgisine dair akıl yürütmesini başlatacak ve “ilgi
göstermemekle” sonuçlandıran son derece rasyonel gerekçelerle desteklenmiş bir
karara vardıracaktır. Peki sevginize rağmen ne vakte kadar ilginizi
bastırabilirsiniz?
Bastırılmış ilgi, biyolojik ve
psikolojik olarak sizi değiştirecektir. Dolayısıyla henüz vaktiniz varken sevin
ve sevginizin gereği olan ilginizi gösterin. Binaenaleyh ilgi beklenendir.
Bekleyen misiniz bekleten mi?
6. Sevginin
maddeselliğe bulaşması durumunda sevgi kendinin saf halini korur mu?
Ekonomi 101 kitaplarında geçen
çok meşhur bir motto vardır: “İnsan ihtiyaçları sınırsızdır”. İnsan,
doyumsuz istencini maddeye ram ederse eğer maddenin müptelası olur. Maddeye
yönelmiş müptela bir zihin, an be an sadece sevgide değil, geriye kalan tüm
duyguların ulvi yönlerinden uzaklaşır. Geriye içi boşaltılmış bir bilinç kalır.
Değer, olmasını istediğimiz, bir
şekilde gerçekleşmesini zorunlu gördüğümüz şeylere verilen bir isimdir. Olan
değil, olması gerekene değer deriz. İnsan olması gerekenden uzaklaşıp, olana
yöneldikçe, yani ideallerinden vazgeçtikçe aynı anda saflığı koruma arzusundan
da vazgeçer. Çünkü saflığı koruma arzusu bir ideale uzanan başat faktördür.
Sevgiyi nihai amaç edinmek de onu
saflığından azade kılmaya götüren tehlikeli bir popülizmi içerisinde
barındırır. Tıpkı mutluluğun ve hazzın nihai amaç olarak görüldüğü hedonist
felsefeyi benimsemiş psikolojik vakalarda görüldüğü gibi… Sevgi nihai amacımız
olmamalı.
7. Bir
psikolog olarak baktığımızda dünyada insan yeterince sevgiye ya da sevgisizliğe
doyum sağlar mı?
Zannımca dünyanın sundukları
insanı tam manasıyla tatmin etmiyor. Nitekim insan bir açıdan gerçekte olup
biteni kavramak isteyen realist bir yöne sahipken diğer taraftan sürekli aynı
gerçeklikten kaçmaya, uzaklaşmaya çalışıyor. Hayal kurmamız, gündelik hayatta
karşılaşamayacağımız anti realist, sürrealist tablolara imza atmamız, fantastik
ve bilim kurgu tarzı filimler üretmemiz bunun bir göstergesi değil mi? İnsan,
bir bakıma sınırda dolaşandır. Gerçekliğin sınırlarını hayalle, zihni varlıklar
tasarlayarak zorlamıyor muyuz? Örümcekle insanın terkibi olan örümcek adam,
balık ve insanın terkibi olan deniz kızı vb. Marvel tarzı filim üreten
yapımcılar, yanlarında çalıştırdığı psikologlar sayesinde bunu çoktan fark
etmiş görünüyor. Dünya bizi tatmin etmiyor, gerçeklik kimi zaman kendisinden
sıyrılmamız gereken ve sıyrıldıkça rahatladığımız bir fenomene dönüşüveriyor.
Fakat hayal gücünün malzemesini madde dünyasından devşirdiği gerçeğini göz
önünde bulundurduğumuzda gerçeklik içinde yaşamak zorunluluğu makus talihimiz
gibi görünüyor. Tıpkı suyun üzerine temas eden ancak derine dalmamış bir el
gibi. Ne içerde kalabiliyoruz ne de tamamıyla dışarda! Bu açıdan dinin, bizi
gerçeklikten daha anlamı ve bizi tatmin edecek daha gerçekçi bir gerçekliğe
götürdüğü, yok oluşun zorunluluğuna karşı kendisiyle teselli bulabileceğimiz
bir avuntu olduğu ya da bir iç çekiş veyahut bir serzeniş olduğuna dair
yorumların haklılık payı var gibi gözüküyor. Tabi bu iç çekiş ölüme karşı üretilmiş
apalojik bir anlamlar dizisi değilse!
Madde birliğine sahip olduğumuz
dünyada bir türlü tatmin olamadığımızı göz önünde bulundurduğumuzda insanın
atomların arizi bir şekilde yan yana gelmesinden oluşan bir varlık olmadığına
dair şüphelerimiz artıyor gibidir. Dünya içre varlık olmamız, yani orada duran
ve oranın tüm süreçlerine tabi olan bir varlık olmamız, bizi maruz kalan bir
canlıya dönüştürüyor. Bunun için hep söylerim; insan maruz kalan bir varlıktır.
Çünkü bakıyorum ama görmüyorum, işitiyorum ama duymuyorum, seviyorum ama ilgi
duymuyorum diyemez. Bu denli bir varlıktan tam bağımsız olması ve dünyaya
doyması ya da dünyada doyması beklenemez. Söz konusu sevgi olsa dahi!
https://instagram.com/icazulkelam?igshid=MzRlODBiNWFlZA==
mailto:abdulsamet.senturk@ogr.iu.edu.tr
ROPÖRTAJ : ABDULSAMET ŞENTÜRK - MUZAFFER GÜNALTAY
Bizi geri çevirmeyerek sohbetimizi kabul ederek bize sevgi konusuna yeni bir persfektif ten bakmamızı sağlayan bilgi ve düşüncelerini bizimle paylaşan değerli Sosyal bilimci Abdulsamet Şentürk' e teşekürlerimizi sunarım.
Son derece psikolojik ve felsefi derinliğe sahip bir röportaj olmuş. İyi eğitimli kişiler, konuşmacının her cümlesinde farklı teorilere atıfla düşündüğünü hemen yakalayabilir. Keyifliydi! Devamını bekliyoruz!
YanıtlaSilGüzel yorumunuz için teşekkürler Zeki bey
Sil